16 Ocak 2013 Çarşamba

Gri


Gecenin karanlığı çoğu zaman insanın elinde beliren her şeyi bir anda gizleyiverir. İçinde kopan fırtınaları, o yoğun dalgaları sadece ışıkta görünür hale getirir. Bazen de öylesine apaçıklaştırır. Serer önüne nehirler misali akıp gider.
Derin ismi gibiydi. İçinde dolmayan boşluklar taşıyordu.  Gerçeklikten ayrı, maskelerle yaşıyordu nefes almadan. İçine çekmiyordu sigara dışında hiçbir şeyi. Temiz hava diye bir şey yoktu. Gri bir çizgide yürüyen narin bir bedendi, yaşamla ölüm arasında git geller bile yaşamadan o gri çizgide beliren bir gölgeydi sadece.
İçinde sevgi adına karşılık gelebilecek tek şey İstanbuldu. Her gece kendini sokaklarda bulur, her gün rutin yollarından geçer gün ışıklarıyla evinde soluğu alırdı. Onu belirgin kılan tek şey karanlık ve soğuktu. Diğer insanlar gibi olamayacağının farkındalığı içindeki boşlukları inceden inceden büyütür, tahmini imkansız hislere sebebiyet verirdi. Mümkün olduğunca güneşten uzak yaşadı, zorundalıkların peşinde güneşin suratına suratına bir tokat gibi çaptığı zamanlarda duyduğu tek histi imrenmek. Bir annenin çocuğuna sarılışı, kimseye aldırmadan öpüşen çiftler, kavga eden delikanlılar, hepsi onun için gözyaşı ve iç yakan sızı.
Daha 12 yaşında kaybetmişti annesini sevgiye ve ilgiye doyamadan, derin için anne kavramı tek bir kavram değilken üstelik. Baba adı verilen yükün annesinin omuzlarında olduğunun farkındalığıyla… O yaşlarda söndü tum umutları, hayata itilmiş kendi isteğiyle yöneltemeyeceği bir kurgunun içinde bulmuştu kendini. Elindeki yoksunluğu silemeyeceğinin farkına vardığında sadece bir gölgeydi artık. Yalnızlık onu kendince yoğurmuş, bir kaba koyup saklamıştı. Annesiyle vedalaşırken tanıştığı yalnızlık şimdi onun tek dostuydu. Kimse dostunu kaybetmek istemez, üstelik bu kadar içindeyken ve bu kadar ona sarılmışken…
İnsanların bakışlarını hiç önemsemezdi. Kendine yağan iltifatları, küfürleri, peşine takılan hiçbir nefesliyi önemsemezdi. Nefesli onun için insandı, kendini insanlardan farklı kılan tek şey değildi nefes belki, ama en büyük farktı. Güzelliği her şeyi yıkıp geçecek güçteydi ama bunlar hiçbir şey ifade etmiyordu. Her gün bir başkası peşine takılırken o sadece yürüyordu, korkmadan. Ne vardı ki korkacak? Kaybedecek bir şeyi olmayanın korkusu olmazdı.
Her gece mutlaka önce Sefa lokantasında çorbasını içer sonra da kendini yenileyen heyecanı ve merakıyla sokağa atılırdı. Karaköye inmeden geçmez, her zaman oturduğu bankta öylece denize dalardı şeffaf bir balık misali. Yanına oturanların suratlarını bile merak etmeden kalkar gider, binlerce kez geçtiği sokakların öykülerinde, masallarında bulurdu kendini. Bulunduğu sokakta yankılanan kahkahalar, çarpan topuk sesleri, ağız şapırtıları, sevgi yumakları yanından bir korku bulutu misali yürüyüp giderdi.
O gün işten yorgun dönmüştü Derin. Belki de ilk defa içindeki dışarı çıkma arzusu hafiflemiş yerini uykuya devretmek istemişti, yine de aldırış etmedi yalpalanan cılız bacaklarına ve Sefa’ya atıverdi kendini. Fırat, Derin’i görür görmez önüne bıraktı mercimek çorbasını. Hafifçe yudumlarken kendine doğru dikilmiş bir çift mavi göze doğru ilişti yorgun gözleri, ona şefkatle ve sevgiyle bakan bir çift göz… Bir sıcaklık hissetti gözbebeklerinin etrafında, korkuyla çarpan kalbi kendini dışarı atacak gibiydi, parayı öylece bıraktı, dışarı çıktı ani ve tecrübesiz. Kapının kenarında öylece oturup duraksadı içinde beliren soru işaretlerinin sorularını beklerken. Kafasını kaldırdığında karşısında duran mavi gözler içerdekiyle aynıydı. Bir ses geldi peşisıra… ‘’Korkuttuğum için özürdilerim. Niyetim sizi korkutmak değildi. Ben, ben sadece… Sadece size bakmak istedim, özüdilerim.’’ Duydukları karşısında iyice donakalmıştı derin. İçindeki yalnızlık kanlı bir savaşta mağlup düşmüşcesine ılıklaştı. Ne diyeceğini bilemiyordu, kendisine yönelen o sevgi dolu şefkat dolu bakışları bir kenara itemeyeceğinin farkındaydı. Karşı karşıya kaldığı sessizlikle burkulan adam ‘’Daha fazla rahatsız etmeyeyim sizi, tekrar ürküttüğüm için özürdilerim . İyi geceler…’’ diyip arkasını dönmüştü. Derin o derin sessizliğini yırtana dek. ‘’Durun, belki de bu bir işaret.’’ Ne söylediğinin farkında bile değildi. Neyin işaretiydi?  Neyin belirtisi olabilirdi. Rüzgar duyduğu cümlenin manasını bile sorgulamadan kaldırdı derini oturduğu o soğuk taştan. O gece bir ilki daha yaşayarak yanında bir başkasıyla dolaştı aynı sokakları, yanında bir başkasıyla oturdu Karaköy’deki banka.  Kulağında bitmek bilmeyen bir şarkı çalmaya başlamıştı o gün. İçini ısıtan boşlukları dolduran bir müzik… İstanbul aşk için çalıyordu o görkemli senfonisini.
Büyük bir tutkunun içinde yeşerivermeye başlamıştı Derin. Eskisinden daha çok güneşle karşı karşıya geliyor kimi zaman yüzünde ışıldamasına bile izin veriyordu. Eskisi kadar sızlamıyordu elleri, ılınmaya başlamıştı bedeni. Rüzgarla birlikte gece yürüyüşlerine olduğu gibi devam ettiler, gündüzleri de… Sokaklara siniyordu aşkın kokusu, her bir caddede yerini almaya başlamıştı anılar.
Hiç olmadığı kadar kendiydi Derin, yüzündeki maskesinden eser yoktu o yanındayken. Nefes almayı öğreniyor, aldıkça canlanıyor kendine özgüveni artıyordu. Artık o da nefesliydi, o da sigaradan başka bir şeyi ciğerlerinde ve damarlarında taşıyabiliyordu, bunu hissedebiliyordu en güçlü haliyle.
Sessiz bir yitirişti Rüzgar. Sanki hiç olmamışçasına esip gittiğini sanmıştı Derinden. Aşkı tanımlarken en gerçekçi haline itilmişti birden. Acı çekiyordu. Daha iyi anlamıştı şairleri, yazarları, aşk acısı çeken insanları. Aşkın diğer yüzünde acı vardı, ve bu reddedilemezdi. Geçtiği sokaklara caddelere sinmiş anılar o yankılanan topuklar kahkahalar gibi geçip gitmedi yanından. Benliğine küsmüş aşkın ellerinde açtığı yaralarla kanayan uğultusu vardı sadece. Yitirilişler hep sondu. Grilikten siyaha kayan hayatın rüyası ise aşk olarak kalacaktı.