Gecenin
karanlığı çoğu zaman insanın elinde beliren her şeyi bir anda gizleyiverir.
İçinde kopan fırtınaları, o yoğun dalgaları sadece ışıkta görünür hale getirir.
Bazen de öylesine apaçıklaştırır. Serer önüne nehirler misali akıp gider.
Derin ismi gibiydi.
İçinde dolmayan boşluklar taşıyordu.
Gerçeklikten ayrı, maskelerle yaşıyordu nefes almadan. İçine çekmiyordu
sigara dışında hiçbir şeyi. Temiz hava diye bir şey yoktu. Gri bir çizgide
yürüyen narin bir bedendi, yaşamla ölüm arasında git geller bile yaşamadan o
gri çizgide beliren bir gölgeydi sadece.
İçinde sevgi
adına karşılık gelebilecek tek şey İstanbuldu. Her gece kendini sokaklarda
bulur, her gün rutin yollarından geçer gün ışıklarıyla evinde soluğu alırdı.
Onu belirgin kılan tek şey karanlık ve soğuktu. Diğer insanlar gibi
olamayacağının farkındalığı içindeki boşlukları inceden inceden büyütür,
tahmini imkansız hislere sebebiyet verirdi. Mümkün olduğunca güneşten uzak
yaşadı, zorundalıkların peşinde güneşin suratına suratına bir tokat gibi çaptığı
zamanlarda duyduğu tek histi imrenmek. Bir annenin çocuğuna sarılışı, kimseye
aldırmadan öpüşen çiftler, kavga eden delikanlılar, hepsi onun için gözyaşı ve
iç yakan sızı.
Daha 12 yaşında
kaybetmişti annesini sevgiye ve ilgiye doyamadan, derin için anne kavramı tek
bir kavram değilken üstelik. Baba adı verilen yükün annesinin omuzlarında
olduğunun farkındalığıyla… O yaşlarda söndü tum umutları, hayata itilmiş kendi
isteğiyle yöneltemeyeceği bir kurgunun içinde bulmuştu kendini. Elindeki
yoksunluğu silemeyeceğinin farkına vardığında sadece bir gölgeydi artık.
Yalnızlık onu kendince yoğurmuş, bir kaba koyup saklamıştı. Annesiyle
vedalaşırken tanıştığı yalnızlık şimdi onun tek dostuydu. Kimse dostunu
kaybetmek istemez, üstelik bu kadar içindeyken ve bu kadar ona sarılmışken…
İnsanların
bakışlarını hiç önemsemezdi. Kendine yağan iltifatları, küfürleri, peşine
takılan hiçbir nefesliyi önemsemezdi. Nefesli onun için insandı, kendini
insanlardan farklı kılan tek şey değildi nefes belki, ama en büyük farktı. Güzelliği
her şeyi yıkıp geçecek güçteydi ama bunlar hiçbir şey ifade etmiyordu. Her gün
bir başkası peşine takılırken o sadece yürüyordu, korkmadan. Ne vardı ki
korkacak? Kaybedecek bir şeyi olmayanın korkusu olmazdı.
Her gece mutlaka
önce Sefa lokantasında çorbasını içer sonra da kendini yenileyen heyecanı ve
merakıyla sokağa atılırdı. Karaköye inmeden geçmez, her zaman oturduğu bankta
öylece denize dalardı şeffaf bir balık misali. Yanına oturanların suratlarını
bile merak etmeden kalkar gider, binlerce kez geçtiği sokakların öykülerinde,
masallarında bulurdu kendini. Bulunduğu sokakta yankılanan kahkahalar, çarpan
topuk sesleri, ağız şapırtıları, sevgi yumakları yanından bir korku bulutu
misali yürüyüp giderdi.
O gün işten
yorgun dönmüştü Derin. Belki de ilk defa içindeki dışarı çıkma arzusu
hafiflemiş yerini uykuya devretmek istemişti, yine de aldırış etmedi yalpalanan
cılız bacaklarına ve Sefa’ya atıverdi kendini. Fırat, Derin’i görür görmez
önüne bıraktı mercimek çorbasını. Hafifçe yudumlarken kendine doğru dikilmiş
bir çift mavi göze doğru ilişti yorgun gözleri, ona şefkatle ve sevgiyle bakan
bir çift göz… Bir sıcaklık hissetti gözbebeklerinin etrafında, korkuyla çarpan
kalbi kendini dışarı atacak gibiydi, parayı öylece bıraktı, dışarı çıktı ani ve
tecrübesiz. Kapının kenarında öylece oturup duraksadı içinde beliren soru
işaretlerinin sorularını beklerken. Kafasını kaldırdığında karşısında duran
mavi gözler içerdekiyle aynıydı. Bir ses geldi peşisıra… ‘’Korkuttuğum için
özürdilerim. Niyetim sizi korkutmak değildi. Ben, ben sadece… Sadece size
bakmak istedim, özüdilerim.’’ Duydukları karşısında iyice donakalmıştı derin.
İçindeki yalnızlık kanlı bir savaşta mağlup düşmüşcesine ılıklaştı. Ne
diyeceğini bilemiyordu, kendisine yönelen o sevgi dolu şefkat dolu bakışları
bir kenara itemeyeceğinin farkındaydı. Karşı karşıya kaldığı sessizlikle
burkulan adam ‘’Daha fazla rahatsız etmeyeyim sizi, tekrar ürküttüğüm için
özürdilerim . İyi geceler…’’ diyip arkasını dönmüştü. Derin o derin
sessizliğini yırtana dek. ‘’Durun, belki de bu bir işaret.’’ Ne söylediğinin
farkında bile değildi. Neyin işaretiydi?
Neyin belirtisi olabilirdi. Rüzgar duyduğu cümlenin manasını bile
sorgulamadan kaldırdı derini oturduğu o soğuk taştan. O gece bir ilki daha
yaşayarak yanında bir başkasıyla dolaştı aynı sokakları, yanında bir başkasıyla
oturdu Karaköy’deki banka. Kulağında
bitmek bilmeyen bir şarkı çalmaya başlamıştı o gün. İçini ısıtan boşlukları
dolduran bir müzik… İstanbul aşk için çalıyordu o görkemli senfonisini.
Büyük bir
tutkunun içinde yeşerivermeye başlamıştı Derin. Eskisinden daha çok güneşle
karşı karşıya geliyor kimi zaman yüzünde ışıldamasına bile izin veriyordu.
Eskisi kadar sızlamıyordu elleri, ılınmaya başlamıştı bedeni. Rüzgarla birlikte
gece yürüyüşlerine olduğu gibi devam ettiler, gündüzleri de… Sokaklara
siniyordu aşkın kokusu, her bir caddede yerini almaya başlamıştı anılar.
Hiç olmadığı
kadar kendiydi Derin, yüzündeki maskesinden eser yoktu o yanındayken. Nefes
almayı öğreniyor, aldıkça canlanıyor kendine özgüveni artıyordu. Artık o da
nefesliydi, o da sigaradan başka bir şeyi ciğerlerinde ve damarlarında
taşıyabiliyordu, bunu hissedebiliyordu en güçlü haliyle.
Sessiz bir
yitirişti Rüzgar. Sanki hiç olmamışçasına esip gittiğini sanmıştı Derinden.
Aşkı tanımlarken en gerçekçi haline itilmişti birden. Acı çekiyordu. Daha iyi
anlamıştı şairleri, yazarları, aşk acısı çeken insanları. Aşkın diğer yüzünde
acı vardı, ve bu reddedilemezdi. Geçtiği sokaklara caddelere sinmiş anılar o
yankılanan topuklar kahkahalar gibi geçip gitmedi yanından. Benliğine küsmüş
aşkın ellerinde açtığı yaralarla kanayan uğultusu vardı sadece. Yitirilişler
hep sondu. Grilikten siyaha kayan hayatın rüyası ise aşk olarak kalacaktı.