26 Şubat 2011 Cumartesi

bu gece güzel bir gece

bu gece güzel bir gece.
sırtımda ağır bir yük, taşımaya korktuğum.
sokaklar ıssız, ayaz mavi bir karanlık.
üşürken ellerim buz kesik, tüylerim isyanda.
sadece kuş cıvıltıları çınlıyor kulaklarımda, gün, bana inat aydınlanmaya çalışırken.
içimdekiler, en derindekiler çatışmada.
ilk kurşunu attı gözlerim.
dökülürken sonsuz boşluğa, ben, sendeyim.
yitip giden bir suret var aynanın karşısında, günden güne eriyen...
kendimi ne zaman bulmaya çalışsam, karşımda yine sen.

hiçbir geminin uğramadığı bir limanım ben.
rüzgar, deniz ve martılarla anlamlanan.
ben ıssız bir adayım,
kimsenin uğramadığı, görmediği.
eteklerim ıslanırken hoyrat dalgalarla, kalbim soğuk,
bedenim rüzgarın ta kendisi.

ölüm zor ya yaşayana.
yaşamak zor ucunda sessiz bir ölüm varken.
bilmek çok zor içimdeki sevginin yeşeremeyeceğini.
bak, sonbaharı geçmiş aşk.
kışın soğuna kaptırmış kendini,
belki de buz tutmuş.
yaprakları çoktan sararmış içimde büyüttüğüm umutlarımın.
dökülmeye yüz tutmuş yarı mavi tan vaktinde.

soğuk bir rüzgar esiyor tenimde,
ılık gözyaşlarım yağmurlar.
uzaklardayım, çok uzağındayım senin.
dönüp bakabilsen, yanındayım,
ellerini bekliyor ellerim.
bir kilit bedenim, seni açmaya zorlayan.
boğazımda düğümlenen kelimelerden bir haber sen.
sana savrulan ben.
yok olmaya yüz tutmuşuz.
karanlığa karışıyoruz bu gece.
sen sessizce önden gidiyorsun, ardından bakıyorum sana
kendim siliyorum gözyaşlarımı.
içimdeki parçayı koparamıyorsun giderken.
bende kalıyor o,
çünkü bilmiyorsun.
sana veremiyorum yapboz gibi uğraştığım kelimeleri.
söyleyemiyorum, anlatamıyorum sana.
sen gidiyorsun,
her şeyden habersiz.
bu güzel gecenin karanlığına saklanıyorsun.
ben arta kalan bir hayal.
susuyorum.

21 Şubat 2011 Pazartesi

sen

gölgesine sığındığım ağacın gövdesine yaslanmış bir şekilde otururken buldum kendimi bugün.
karşımda yavaş yavaş yağmur damlalarıyla canlanan bir deniz. su zerrecikleriyle haykıran yapraklar.
sağımda duran ıhlamur ağacının ve toprağın kokusunun birbirine karıştığı bir yaz sabahı.
bir kaç bulut ile cebelleşen masmavi bir gökyüzü. parlak fakat bir o kadar da donuk.
uyuyup kalmışım.
saatler sonra kendimi yine aynı yerde buluyorum.
bulutlar çoktan çekip gitmiş. yıldızları parlak, koyu mavi bir gökyüzü. deniz yine durgun. etraf çok sessiz.
ne zaman giydim hatırlamıyorum, ayağımda, doğum günümde kendime aldığım espadriller. beyazlığından eser kalmamış,bir kısmı çimenlerle özdeşleşip yeşilini bulmuş bile. geriye kalan kısım ise gri.
ne kadar eskimiş de olsa anılarla bağlıyım ona. koşarken, uzun bağcıklarına takılıp düştüğüm günler, evde giyip koşuşturduğumda işittiğim azarlar...
şu an beni sadece o bağlıyor geçmişe. sanki hiçbir şey yaşamamışım gibi.
sadece beyaz bir örtü aslında. altında ödemek zorunda kaldığım bedeller, uykusuz geçen uzun geceler gündüzler günler haftalar aylar...
sanki hepsi bir anda toz olup yığılmış üstüme.
zaman kir misali...

çocukluk çoktan geçmiş bile. o toz pembe gözlüğüm kırılmış, un ufak yerde.
içinde cıvıl cıvıl koşuşturduğum park şimdi ıssız. ne bir çocuk sesi, ne de bir anne telaşesi.
hiçbirinden eser yok.
saatlerdir bekliyorum, limoncu yahya amcayı,
öldüğünü unuturken.
sen büyüyünce dünya sana daha büyük görünür demişti bir gün. kendinden değerlisi yok! olmayacak da.
ben kendime değer vermemiştim ki hiç. değer verdiklerimdi hayatı anlamlı kılıp, yerin dibine sokan.
kendime önem verseydim daha mı anlamlı olacaktı her şey? yanıtsız. cevabının ne olduğunu belki de hiç bilemeyeceğim bir soru.

dakikalarla yarışmaktan vazgeçtim, saniyeleri bırakalı yıllar oldu.
beklemek diyorum, bekliyorum sadece. ama akrebi kovalamaktan vazgeçmiyor yelkovan.
biliyorum en büyük acizlikti beklemek. insanın kendine yapacağı büyük kötülüklerden.
kendi silahımla kendimi vurma yolunda ilerlerken

gece serin, bir ahenk var gök yüzünde
hayatın rengi, siyaha çalan koyu mavi.
içimdeki karamsarlığa benzer, bir ben gök yüzü.
gök yüzü ıssız, ıssız bir bende şu hayat.
hayat sadece sen, bir bende sadece sendi hayat.

20 Şubat 2011 Pazar

destina

yürürken kendini bulursun bazen sokaklarda, ışıkların sönmesiyle kaybolursun.
bir taşıttayken izlersin sessizce insanları. annesinin kolundan çekiştiren mızmız çocuklar, birbirini tokatlayan sevgililer, kendi özgürlüğünün peşinde adımlarını emin olarak attığını sanan pervasız delikanlılar, genç kızlar.
gözüne biri çarptığında geçene kadar o yoldan onu izlersin, onun yerindeymiş gibi yürür gidersin o caddeden.
destina nın en büyük keyfiydi belki de insanları izlemek. hepsini tanıyormuşcasına, onların yaşantılarından bir parçaymışcasına varolmaktı tüm keyfi.
hayata hükmedebileceğini düşünmüştü hep, asla vazgeçmemişti bu fikrinden. esen yüzgar, geçen yıllar, yüzüne yüzüne çarpan damlalar yıldıramamıştı o küçük kadını.
sert değildi, naif bir kişiliği vardı. çok da güzeldi, bir o kadar da zor.
o bembeyaz pamuk gibi teni, dalga dalga uzanan sapsarı saçları, ela gözleri, maykajsız bebek yüzü, hantallıktan bir haber estetik vücudu... görenler bakmaya kıyamıyordu adeta.
annesi fransızdı ve destina nın rol modeliydi. dizine uzanan balon etekleri, inci küpeleri, şirin babetleri, tiril tiril hırkaları... göz kamaştırırdı.
farklı olmak için değildi giyiniş tarzı, sadece kendini öyle görmek, aynada kendine gülümseyebilmek içindi.
kimseye bunu anlatmaya çalışmazdı. insanların onu sadece içindekileri için sevmesini isterdi hep.
asla açıklama yapmazdı, hesap vermezdi kimseye.
kafasına koyduğu şeyi yapmak da istiyorsa eğer gerçekten, kimse durduramazdı onu.
belki de bazen durmalıydı.

yollarımızın çakışması hayatımda pişmanlık duymadığım tek olaydı.
yalnız başıma cafede kahvemi yudumlağım günlerden birinde yanıma gelip 'pardon, fazla sigaranız var mıydı acaba?' diye sormuştu. büyülenmiştim.
'senin ellerine yakışmaz.' diye eğdirmiştim başını önüne.
fakat pes etmemişti, ardından 'oturabilir miyim masanıza?'
durmuştum bir süre şaşkınlıkla karışmış mutlulukla.
oturmasına engel olamazdım, olmamıştım.
birbirimizi tanımaya çalışırken bir ara 'eylül, sonbahar... ve ben. bizim aramız çok iyi olacak, biz çok iyi iki arkadaş olacağız. buna inan.' demişti.
buruk bir gülümsemeyle cevap vermiştim ona.
böyle başlamıştı destina yla eylül ün dansı.
en güzel duygularla başlayıp, en güzel şekliyle bitmeliydi.
aylarca görüştük. söyledikleri olmuştu, ona inandığım için pişman olmayacağımı biliyordum.
her geçen gün onu daha çok seviyordum.
içimi ısıtıyordu o içten kahkahaları. aileme bile bağlanamadığım şu hayatta ona bağlanmıştım sadece.

bazen bize gelir keman çalardı, en büyük tutkusuydu keman çalmak.
şu kainatta eline bu kadar yakışabilecek başka bir insan tanımamıştım henüz.
çok severdi yağmuru. beni evde bulduysa eğer 'hadi! gidiyoruz.' der tutar kolumdan çeker götürürdü deniz kenarına. dilinde singing in the rain. döner dururdu kendi etrafında zıplayarak.
o sonsuz iyiliğinde kayboluverirdim.
iyilikle ilk destina da rastlaştık, destina ile yollarımız kesişirken iyilikle de kesişmişti aslında.
belki de onun gibi olamayacağım için ona hayrandım bu kadar.
belki de onun benim gibi olmadığından.
ama biliyordum onu kendim gibi kirletmemeliydim. tanıştığımız günden sonra sigarayı bile bırakmıştı benim isteğim üzerine.
bilmemeliydi asla benim içimde uyuyan o dişli canavarı, görmemeliydi hiçbir zaman.

onunla tanıştığım gün, tarihi bir kağıda not alıp asmıştım duvarıma.
baktım da tam bir sene olmuş.
hayat gayem yoktu benim. kimin için ve ne için yaşadığımı bilmiyordum.
ama destina nın yanında bambaşka biriydim. sanki onun kadar saf, onun kadar temiz, onun kadar iyi yürekliymişcesine...
hayır, yalandı bu! onun yanından bile geçmeyi hak etmiyordum ben.
bugünü kendim kutlamalıydım, kendi mutluluk kaynağımla. işinin olduğunu biliyordum, bu tarihi hatırlamayacağını düşünmüştüm.
çekmecemde giysilerin altına sakladığım şırıngaya uzandım. ve altındaki küçük poşete.
çok az bir doz yeterliydi. enjekte ettiğim sıra gözümün önünde dans ediyordu küçük kadın destina.
saatler sonra başucumda destina nın bana bakan telaşlı ela gözleriyle kendime geldim.
şırıngayı ve poşeti görmüştü elbette. sımsıkı sardı beni, uyuştum.
ardından, 'bunu bir daha kullanacak olursan beni göremezsin! ya sen bırakırsın ya da ben de başlarım!' diye bağırdı.
yapamazdım. saplanmıştım o bataklığa, ölümün o sessiz gelişine dek çıkamayacaktım da.
sürükleyemezdim de onu. o ela gözlerinin ferinin gitmesine izin veremezdim.
çık buradan ve bir daha asla buraya adımını atma, demek istememiştim, ama çıkmak zorundaydı o kelimeler ağızımdan.
öyle zor olacaktı ki onu bir daha görememek, sadece bunu ona tattırmamanın verdiği ufacık bir huzurla avunacaktım, başka çarem yoktu.
o pırıl pırıl gözlerinden akan yaşlarla koşarak çıktı odadan. yaşadığım bu pisliğin bedeli bir daha onun mutluluğunu, onun güzelliğini yaşayamamak olacaktı.
aylarca evden dışarı çıkmadım. balkonda, onun yaptığı gibi, geçen insanları izledim, eroinle bağımı koparmalıyım diye kendimi şartlarken.
bir gün kapı çaldı.
karşımda onu gördüğümdeki sevinci şu dünyadaki hiçbir şey tasvir edemezdi.
bu sefer gözlerinden yaşlar akan bendim, ona sarılırken.
senden kopuk bir hayat sürmeye alışamadım, alışamazdım eylül. sen ismindeki sonbaharı değil, bana defalarca ilkbaharı yaşattın diye haykırdı.
soluklanırken, ağzından dökülmesini asla istemeyeceğim kelimeler döküldü birer birer.
çekmecendekileri getir, bir adet sana, bir adet bana. bu yolculuğa birlikte çıkacağız bu sefer.
hayır diye bağırsam da onun ne kadar inatçı ne kadar kararlı bir insan olduğunu biliyordum.
ah küçük destina.
söylediğim kelimeler anlam bulmuyordu onda bu sefer.
sen getirmezsen ben alır gelirim. vermezsen başkalarından bulurum fakat yalnız yapmamı istemezsin herhalde, dedi.
neden destina, neden bunu istiyorsun desem de nafileydi.
bu bataklığa onu da çekecektim bu gece. hayatımın en kara gecesini görecektim.
yapamam dedim. olmaz!
kalkıp getirdi söylediği gibi; bir adet ona, bir adet bana.
çok az bir doz aşılayacakken, kendininki gibi! haydi! dedi.
kandırmaya çalışsam da yapamadım.
yan yana çömeldik, elimi sımsıkı tuttu, yolculuğa hazırım kaptan diyip güldü.
o gün gece zifiri karanlık, hava yağmurluydu.
en sevdiğinden...
kendine geldiğinde yağmur diyerek balkona koştu, sanki hiçbir şey yaşanmamışcasına dansına devam etti destina.
bu onun karanlıktaki ilk ve son dansı olmalıydı.

günlerce o karanlık geceden bahsetmedi bile. bu durumdan memnundum aslında, bir daha istememesi içimi ılık ılık ısıtmaya başlamıştı. yavaş yavaş eridiğini farketmeden...
ta ki bir sonraki haftaya kadar.
candy filmini izliyordum yapacak bir şey bulamamışken. bu 13.ydü sanırım.
telefon çaldı açmak istemedim. ardından bir daha ve bir daha. 4.sünde kalkıp açtığımda duyduğum o güzel ses destina nındı. 'giyin ve bize gel, bekliyorum' dedi.
kalkıp giyindim onu görmenin vereceği keyfi düşünerek.
bu sefer filmi yarım bırakmış olmam umrumda değildi.
sokaklarda etrafımda dönerek koşuşturdum, onun gibi.
kapıyı çaldığımda açan olmadı. neyse ki onun ev anahtarı bende, benimki de onda vardı.
tuvalette olduğunu düşünerek tuvalete yöneldim, yoktu, burdayım diye bir ses yükseldi odasından.
odasına girdiğimde gördüğüm manzara karşısında donup kaldım, koluna sapladığı şırıngayı enjekte etti o narin vücuduna.
altın vuruş.
koşsam da yetişemedim, durduramadım.
'bu benim son dansım eylül, i'm singing in the rain. just singing in the rain... sesi kesiliyordu yavaş yavaş.
sımsıkı sarıldım ona, neden çığlıklarımla yankılandı sokaklar.
göz kapaklarını yavaşça kapadı. ela gözleri sonsuz yolculuğuna doğru bakmaya başladı.
ona bunu ben yapmıştım, onun katili eroin değil, bendim. eylül ün ta kendisi.
son nefesini verdi kollarımda. kanım donmuştu o yitip giderken.
küçük kadın destina nın son ve ağır dansıydı bu.
ve aslında hayatımın en karanlık gecesi.
onu bu dansında yalnız bırakamazdım, elini tutabilmek için peşinden koşmam gerekiyordu.
hiç düşünmeden.
geriye kalan tüm eroini vücuduma aktarırken gözümün önünde deniz kenarında yaptığı o dans vardı yine.
en güzel duygularla başlayan bu dans, en güzel şekliyle devam etmedi.
pes edişler sonuydu bu belki de. gözlerimizi gecenin karanlığına inat sonsuzluğa yumarken...