28 Ocak 2012 Cumartesi

Hırçın bir deniz, dalgalarla boğuşan. tren rayları küskün, yalnız bir sokak lambası.
Karanlık ve soğuk, çok iyi arkadaş. Nefes alıyor gökyüzü, ışıklar yaşıyor şehirde.
Üstü başı yırtık titrek bir delikanlı. Sadece bu şehre özel bir senfoni, naif, huzur.
Ne güzel yaşıyorsun İstanbul!

Bağırmak istiyordu tüm sokaklara, tüm insanlara bu aşkı anlatmak istiyordu. Ama kime anlatacaktı ki? Soğuktan tir tir titreyen küçük bir çocuğa mı? Ekmek parası derdine düşüp köyünü, evini barkını bırakıp üç beş kuruş kazanıp ailesine para götürecek olan Hasan amcaya mı? Köşebaşında kavga eden sevgililere mi?
Ne diyebilirdi ki Umut? Her şeye rağmen burası yaşanmaya değer dese de kim anlardı onu...
Yine boynu bükük ayrıldı aşkın caddelerinden. Bambaşkaydı onunkisi. Sigaranın kendini bitirdiğini bildiği halde paketlerce içip sona yaklaşmak gibi. İnadına yaşıyordu, inadına sevişiyordu sokaklarıyla. Kusmak istiyordu belki de, bu yüzden haykırmak istiyordu o aşkı. 
Zaten aşk dedikleri acı, hüzün biraz da umuttan ibaret değil miydi?

Sanki veda edermiş gibi baktı o huysuz denizine. Hızlı adımlarla çekildi Haydarpaşa sokaklarından. Ağır adımlarla yürüdü köşebaşındaki evinin sokağında. Merdivenleri bu kez tek tek çıktı, iyice sürttü çamurlu ayakkabılarını, bir şeyi eziyormuşcasına... Yalnızlık onun için hayattı. Hiç tanışmadılar, çünkü onunla doğmuştu umut, olağandı. 
Evinde çok az eşya vardı. Salonu hep hayalini kurduğu gibiydi, ''kocaman pencereli, denizi gören''. Yıllarca sayıklamıştı bu cümleyi. İçinden, dışından, kalbinden, beyninden, hep bu cümle geçiyordu. Her zamankinden, sallama bir çay yaptı ve geçti pencerenin karşısındaki koltuğuna. Dinledi. Sadece Dinledi. İstanbul yaşıyordu.
Nefes alışıyla ısındı, uyuyakaldı.

Gün karanlıktan ayrılıyordu. Bembeyaz bir örtüyle.
Gözlerini açtı Umut, aşkına gözyaşları eşlik etti. Uyuyordu İstanbul ilk defa, beyaz ne kadar da yakışmıştı. Tuvalete koştu. Aynaya baktı, gözyaşlarının tadına baktı. Acı sanmıştı, tatlıydı oysa. Saatlerce aynadaki Umut'a ağladı. Şehrin ışıkları sönerken, karanlık üzerine düşüp tecavüz ettiğinde bile ağlayamamıştı.
Bu ilkti ve son olmadığını da anlamıştı.
Kalktı olduğu yerden gözleri kıpkırmızı. Apar topar giyindi ve dışarı çıktı. Önüne bile bakmıyordu artık, duymuyordu hiçbir şeyi, nereye gittiğini bilmeden koşuyordu. Savruluyordu saçları bir yere tutunmak istercesine. İnsanlara çarpıyordu, bilerek. İtiyordu her şeyi.
Öylece koşarken yerde buldu kendini. Kalkmadı. Duymuyordu kendisine söylenenleri, görmüyordu ona bakan insanları. Kararlı bakışlar savurdu birden. Evet! diye bağırdı ve birden evde buldu kendini.
Nasıl yürüdüğünü, nasıl geldiğini, hangi yoldan gittiğini bile hatırlamadan. Bir sırt çantası içine doldurdu hayatını. Emin adımlarla dövdü merdivenleri. Yürümedi. Geçmedi caddelerinden, geçmedi sokaklarından. Taksi çağırdı ve kayboldu evinden. Haydarpaşa'ya küskün, veda etmeden gitti aşkına...
Tren raylarına gömdü hayatını. Umudu duraklara sakladı. 
İçindeyken yolculuğun, yumdu gözlerini.
Belkileri rüyalarında... Bu ilk veda.

14 Ocak 2012 Cumartesi

kar yağıyor bugün, akşamın ıslak yüzüne.
yürüyorum... 
ayağım kaysa da düşsem,
biri itmeden, biri kaldırmadan.
kendim kalsam ayağa öyle yürüsem.
karşımda karanlık bir kapı beliriyor,
açmaya korktuğum, öylece izlediğim.
gerçeklerden kaçamazsın.
çalıyorum usulca, titrek
açılıveriyor, içeride kimse yok.
iyi akşamlar yalnızlık.

soğuk bir kahvesini içiyorum, yeşil bir kanepe üzerinde.
ahşaptan duvarları kırık dökük,
birkaç resim var, birkaç fotoğraf,
incelemekten kaçındığım.
her şey buz gibi.
pencereler puslu,
dışarıda hayat yok.

konuşmayı pek sevmezdim zaten,
diye avuttuğum zamanları arıyor gözlerim.
ne büyük yalan!
şimdi duvarlar bile duyamıyor sesimi.
bir gelecek vardı, diyorum
geri dönüyor sesler bana,
hiçbir şey dinlemiyor beni.
bir gelecek vardı,
sımsıkı bağlıydı ona...
kendime konuşuyorum.

yukarı çıkıyorum, kırılmaya yüz tutmuş merdivenlerden.
tek bir yatak.
kıvrılıyorum, evdeki tüm eşyalardan daha soğuk, kapkara.
gözlerimi kapatmadan,
iyi geceler yalnızlık.

1 Ocak 2012 Pazar

bizi bir daha bir araya getirmeyecek akreple yelkovan.
artık güneş sızmayacak penceremden.
suskunluğun kaplıyor geceyi, gözyaşlarıma boğuluyor saniyeler geçerken.
boğuldukça kusuyor o soğuk yalnızlığı bedenime. dumanlar karışıyor odamın tavanına.
son tebessümler kalmış meğer bilinmez bir banliyöde,
son kez ısınmış bedenim, son demlerinde.
harfler çok yabancı, kelimeler vurdumduymaz.
aynı cümlede yer almayacak belki de adlarımız.
belki artık farklı cümlelerin farklı paragraflarıyız.
başı olmayan bir cümlenin eksik kalmış kelimeleriyiz belki de...

bir gece, dakika misali akıp gitti gözyaşlarımla yarışırken,
gündüzünde kayboldu sevgim.
bu güne güneşsiz uyandım,
hiçbir canlının yaşamadığı bir yerde, yalnız bırakılmış kedi misali pıstım en karanlık köşeye.

hala sen kokuyor yastığım. yatamıyorum.
4 duvarda sen varsın, başımı kaldıramıyorum.
üflüyorsun soğuğu bedenime, titriyorum
seslerin yükseliyor evin içerisinde, engel olamıyorum.
keşke diyorum keşke, takvimler geriye sarsa,
keşke varsa ilk 14 üne, keşke o ateşle hıçkırsam tekrar sabahlara dek.
keşke, o umut fışkıran yüreğim yerine gelse.
keşke böyle bir gecenin arasında geçmişinin tokadı çarpmasaydı tekrar yüzüme.

bin kez ölüyorum...
kana bulanmış aşk,
gözlerini yumuyor güneşine,
son veda gecesinde.



bizim bir şarkımız vardı hatırlar mısın?
ellerimizi ateşe koyduğumuz o gece ağlarken bizi yalnız bırakmayan,
birbirimize uzatırken çığlıklarca yükselen...
bir şarkımız vardı,
bizi sonda bekleyen ölümsüz bir aşk...
takvimi eskittiğimiz dakikalarda ne oldu da sustu birden bire?
nasıl oldu da bastırabildin onu geceyi delen hiddetinle?
dağılan, paramparça olan umutlarımı ezip nasıl gidebildin?

oysa ki ısıtacaktı sevgim kalbini, izin vermedin. 
kendi düşüncelerinle boğuşurken beni bir kenara ittin farkına bile varmadan.
belki birlikte sayamayacaktık son saniyeleri,
ilk olacaktı bu,
son değil.
ama umursamadın. bu şehirden daha umursamazdı kalbin.
şimdi ilk ve son birbirine karışmış duruyorlar öylece,
peki değişen takvim yapraklarının manası ne?

akan dakikalar sustu dün gece.
tüm şehir sustu,
seni dinledi sadece. seni ve ağır sözlerini.
karşılıksız kalmış çabalara sahne oldu yere düşen damlalar.
son saniyeleri sayarken resmin vardı başucumda,
orada bitti hayat. 
bir daha devam etmemek üzere.


uzağına düştüm deli dolu caddelerde bugün. yalnızlığınla tanıştım kahkaha kokan sokaklarda.
sen buz gibiydin, başımı yaslayıp ağladığım duvardan da soğuktu ellerin
çığlıkların yankılandı karanlığın çöktüğü gecede.
sen beni duymadın, çığlıklar kifayetsiz kalırdı isyankar gözlerinin yanında.

biz bu şehirde aşık olduk birbirimize
bu sokaklarda sarıldık,
bu banklarda baktık gözlerimizin içine,
şimdi burada da yoksun sen.
ben nereye gideyim? neresi sıcak gelir artık?
sen kokuyor hala pencerem, hala duruyorsun orada.
neresi benim evim?
kaçıp gittiğin o sokaklar mı saklayacak yalnızlığımı?
hala sesinin yankılandığı o karanlıkta mı uyuyacağım, sensiz?

senin kadar iyi konuşamazdım ben, bilirsin.
senin gibi güzel oynayamazdım kelimelerle.
yine de anlarsın sanmıştım beni, dilsiz de olsam duyarsın sanmıştım sesimi.
son bir umudum vardı, onu da alıp gitmişsin meğer.
evet ölmedim hala, yaşıyorum. adım atıyorum ama nereye bir sorsana!
yaşayan bir ölü, emin ol toprağa karışmış olandan daha beter.
nefes alsam da senin kokun sinmiyor artık kalbime.
gözbebeklerimde sen yoksun, gözlerim açık da olsa.

gitme diyemedim ya sana, en acısı oydu belki de.
oysa ki ne çok özlemiştim seni, ne de geç bulmuştum.
sen hep beni beklemişin ya, kurtulmaya çabalarken,
20 yılı aşkın da olsa bulmuştum, yakalamıştım en anlamlı gecede.
şimdi hepsi bir denizin dibinde kül misali.

son bir trendeymiş yalnızlığın senfonisi.
orada yankılanıp farklı yerlerde son bulmuş.