22 Aralık 2010 Çarşamba

ışıkları loş, tenha bir ayazdı ölüm


ışıkları loş soğuk bir güz gecesi, sokakları ıssız.
karşıdaki apartmanı anlamlı kılmaya çalışan lamba savaşıyor kendi halinde, büyük bir aydınlık mücadelesi.
bir ses yükseliyor sokakta. kırmızı yüksek topuklar... asfaltı delercesine çığlığı, geçip gidiyor buralardan.
kan donduran bir soğuk hakim rüzgara, yapraklar toplu intihar peşinde.
dolunay var bu gece. çoğu zaman bulutlar kaplasa da önünü, çıkıyor tekrar karşıma, beni görmek istercesine.
yağmur yağıyor, yüzümde anlamsız bir tebessüm. içimi kıpırdatan damla sesleri, uyuşuyorum.

karşı binanın ikinci katındaki balkondan bir yüz beliriyor, masum küçük bir kız.
saçları benim gibi kısacık, kahküller çevrelemiş güzel gözlerini. elini pencerenin çerçevesine yaslamış ve çenesini kavramış yağmuru izlerken beni görüyor birden.
sıcacık bir tebessüm beliriyor o minik ağızında. bana bakarken dalıp gidiyor birden, içimde garip bir huzur.
onu öyle izlerken çocukluğum geçti gözümün önünden. gözyaşlarım istemsiz, yüzümde.
ne zaman üvey annemden dayak yesem yağmur yağardı o gece. pencerenin başına geçer bir şarkı mırıldanırdım yağmur eşliğinde.
sessizce ağlardım, hıçkırıklarımı duyduğunda bir tokat daha yerdim ince yanaklarıma.
oysaki çok severdim onu, hayata karşı dimdik duruşuyla hayrandım ona.
upuzun boyu, sapsarı beline uzanan saçları, bal rengi gözleriydi güzelliği. başı hep dik, yaşadıklarını göğsünden sektirmişcesine hoyrat.
asla yumuşak başlı değildi. sevgi denen o ince duygudan bir haberdi kalbi.
beni de hiç sevmemişti. belki de onun gölgesinde çiçek açamadım ben, kalbimi sevgiyle sulamadığı içindi belki bu suskunluğum.
babam ise kendi mutluluğu peşinde koşuşturan bir adamdı.
kel, kirli sakallı, her ne kadar çektiği yükün sırtında oluşturduğu kamburla ihtiyar gözükse de masmavi gözleriyle yıllara meydan okuyan bir yakışıklılığı vardı.
şermin annemle evlenmeden önce bebekliğimi anlatırdı bana, annemden bahsederken gözleri kızarırdı, ağlamamak için zor tutsa da kendini bir süre sonra dökülüverirdi yaşlar o pırlanta gözlerinden.
2.5 yaşına kadar bir gece olsun ayırmadım seni yanımdan, hep kokunla sarhoş olup uykuya daldım, derdi. sonra o uçsuz bucaksız kollarıyla kavrayıp sağ yanağıma bir öpücük kondurur, iyi geceler pamuğum, der
ve giderdi.
şermin annemden sonra hiçbirinden eser kalmadı, babaannemdi hayatımı yeniden iğne ipliğiyle düzelten. o yoğurdu kalbimi sevgiyle, o mayaladı. yalnızca o öğretti bana yaşamayı.
onun sıcaklığıyla uyudum çoğu geceler, onun tebessümüyle mutlu oldum, onunla varoldum.

şimdi ise yalnızım kendi evimde. ne şermin, ne babam ne de bir başkası var hayatımda. o evden atıldığımdan beri kendi hayat mücadelemleyim.
herkese rağmen seviyorum bu hayatı, geçmişim sadece raflardaki toz gibi, etkisiz, sakin.
geceyi seviyorum, apartmanlardan yükselen ışıkların sönmesiyle canlanıyor içimdekiler.
mutsuz değilim, sadece biraz hava soğuk.
ayaz var bu gece, her zamankinden biraz daha şiddetli.
telefon çalıyor birden, şaşırıyorum. saat gecenin üçü.
telefondan yükselen hıçkırık sesleriyle ürperiyor içim, bu gece hiç üşümediğim kadar üşümeye başlıyorum, titriyorum.
donup kalıyorum duyduklarımın verdiği acıyla, soğuk tenimde, damarlarımda rüzgar.
yığılıyorum yere birden. ışıklar seçilemez bir halde. her yer bulanık.
babaannem.
kalkamıyorum düştüğüm yerden, haykırışlarımla yankılanan ev, gözyaşlarıyla karışmış bir çehre.
her ne kadar hayata yaklaşmış olsamda tükenmiştim. ışıkların sönmesini öylece izledim.
bir ayazdı ölüm, ışıkları loş...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder